“İyi ki bizden önce geldin ya sonra gelseydin?”

Abone Ol

Nurlu aşk

Kalpler her attığında yeni bir aşk her durduğunda neden telaş. Yaşam ne denli yakışırsa aşka, ölüm de aşka giden yolda bir başka. Aşk hep iki çift göz arasında sanma, aşk bir çift yürek diyerek aldanma. Aşk işte çok da abartma. Sahi ne seven bekledi ne sevilen ihanet etmedi. Aşk bir gün güler diye gül verdi gülen güldüğüne, gül veremeyince gülüverdi sadaka niyetine. Seven ölse de sevilenler hiç sevinmediler, pembe dünya kuranlar yalan rüzgârına dayanamadılar. Gerçek bir fırtınaya nasıl dayansınlar. Aşk, ateşini salmadan ruha çoğu kalp dayanamadı mutlaka. Gönül dünyası zengin olanlar iki dünyada aşkı ararlar, gönül dünyası fakir kalanlar şefaatten medet umarlar. Bir gün emin olun gelecek aşk, ya tanrı el atıp temizleyecek aşka sürülen lekeyi, ya da aşk ölümü umup gidecek. Aşk yaşam kavgasının asıl kaynağı, besini, ekmeği; suyu, havası, canı, kanı her yanı. Aşkla sevenler hiçbir seferde kaybetmez. Köklerini ta derinlere atan, yılmayan, durmayan inançla savaşan yiğitler birbirleriyle yarışır. Aşk sürüp gider her sinede sen bilmezsin yine de. Bilmezsin belki de…

Aşk hiçbir zaman hiçbir yerde hiçbir surette hiçbir bedende hiçbir şekilde yaşanmadı böyle: NURLU BİR AŞK’a yolculuk var bu seferde. Aşk iki parçadır. Yarısı sabır; yarısı şükürdür. Hicaz’ın kuru kumlarında bir tohum filizlenecek, yazmaya anlatmaya bakalım güç yetecek mi ya da mürekkep bitecek mi? O’nu anlatmaya ömür yetecek mi? Kelimelerin zaten kifayetsiz kalacağı muhakkak. O’nun adını kâinata yazan Tanrı’ya af dileyerek başlıyorum yazıya, üç beş sayfa yaprağa sığdırmaya çalıştığım için nurunu inşallah affeder bu kulunu! Kâinat yoktu henüz sadece tanrı vardı, mekânsız ve zamansız tanrı. Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemalini ve kemalini görmek ve göstermek isterdi. Görüp şükredecekler, rap diyecekler, af dileyecekler yüceliğine secde edeceklerdi. Her şeyden evvel tanrı birini seçecekti, seçmese ne değişecekti tanrılığına halel mi gelecekti? Tanrı öyle tercih etti ve bunun sebebi hiç bilinmedi. Aşkın yücesi, kâinatın efendisi, tekliğin ve birliğin simgesi Tanrı, önce aşkı yarattı. O aşk için binlerce âlemi halk etti. Bütün âlemleri o’nun için yaratacak kadar sevdiği biri tanrının sonsuz sınırsız yüreğinde yer edindi. Hicaz çöllerinde çöle “nur” inecekti. Aşk yağmursuz karsız susuz büyüyecekti. Aşk için o çöle ne başlar gömülecekti. Bir davaya dönen aşk belki de tek onunki olacaktı. Hiçbir aşk onunki kadar ölümsüz olmayacaktı. Tanrı her şeyden evvel onun aşkını yarattı. Doğumu, yaşamı, davası, ölümü ne çok anlatıldı hiç yetmedi hiç bitmedi, Tanrı bir insanı bu denli neden, niçin, nasıl severdi? Acep her şeyin olup bittiğini gören tanrı ona en çok itaat edenin ‘Ahmed’ olduğunu bildiği için mi seçti? Yoksa sadece bir tercih miydi? Hani yaratılmadan önce verilen “Nebilikten” mi, yoksa Nebilik verildiğinden mi? Aşk anlık bir çarpıntı ateşine su döktükçe daha da kavurucu. Tanrı, seslendi boşluğa. Ruhundan üflediği Âdem’i “adem” etmek istemedi hiçbir vakit. Çöldeyiz yine “571” miladide. Müşrikler yine zirvede. Doğumu mucize, varlığı mucize, yaşamı mücadele edebe, ebede. Düşleri sınırsız lakin oda insan, uğraşır ticaretle. Öylesine yaşamak yakışmaz bu bedene diye düşünür Hira’da gizlice. Olgunluğun yaşı “kırka” gelince bir ses duydu “oku” diye sertçe(!)  O gün okuduğu aşkın sözleri bir daha susmayacaktı, ebediyen. O gün bilemezdi bunu bildiği bir şey varsa oda tanrının en yüce kulu. Aşkın ebedi yolcusu. Birdi sonra aşkı “Hatice” yürekten Ali ve Zeyd, Sıddık ve diğerleri aşkın peşine düştüler. Tek başlayan dava bine, binden yüz bine, yüz binden milyona gitti. Bu nasıl bir silsile? Mekke’de başlayan aşk, biraz Habeş’te olgunlaştı, çokça Medine’de pişti. Hira’daki düş dünyaya ulaştı. Davada ne kelleler uçtu, kardeş, babaya; anne, oğula düştü. Bedir’de başlayan zafer Uhut’ta ağıta dönüştü. Ha düştü ha düşecek derken dava, Hendek bir sığınak Hudeybiye yolları açtı. Ahmed’in aşkı Medine’nin dışına taştı. Gönüller bir bir kaynaştı. Üstünlük takvada aranmaya “Çöle inen nur” dünyayı aydınlatmaya başladı. Müşrikler ne yapılsa, ölüler canlandırılsa, gök parçalanıp, ay yarılsa yine vardı. Ahmed, bir gün ashabına şu soruyu soracaktı: “En büyük iman kimdedir?” Herkes atıldı: “Ebubekir’dedir.” Ahmed, kafa salladı hayır diye, bir telaş sardı ashabı ve korku tekrar atıldılar: “Ömer’de” yine olumsuz cevap derken: “Osman” ve “Ali” herkes birbirine baktı cevap hep olumsuzdu, bir telaş heyecan ve korku saldı ashabı peki ne olur halimiz bizim? Ve cevabı yine Ahmed verdi:  “beni görmeden bana inananlardadır.” dedi. Hey hat yırtıl perde önümü aç! O’nu gördüğünde o’na herkes inanırdı besbelli ki son peygamberdi. Emindi, yemindi, kaç yıl geçmiş aradan sanki demindi. Çıktı Medine’deki mescitten gelip de geçti önümüzden. Mucizeleri ne çoktu lakin elbet “Furkan” gibisi yoktu. “Oku” ile başlayan Hira’daki rüya Veda Hutbesi’yle erişecekti, Refik-i Alaya. Tek derdi inananların selameti; inanmayanların ıslahıydı. Ahmed, bir başkaydı, aşk sanki buz gibi avuçlarında, kurak çölde insanlığın yaşam kaynağıydı. Ahmed, bir düştü, felakete giden bir milletin dönüşüydü. Ahmed, bir gülüştü ağlayan nesillerin süsüydü. Ahmet, bir(i)nciydi çöle düşen her damla kanın şahidiydi. Ahmed, emindi hiç kimse ondan hiçbir vakit şüphe etmedi. Ebrehe geldiğinde henüz yoktu, doğumu babasız çocukluğu annesiz geçti, sahip çıkan Abdulmuttalip’ti. Gönlü sınırsız zengin cebi sencileyin bencileyindi.

Birden kırka çıkan davanın yiğitlerinin önünde engel denilen şey de neydi? Ne çöle gömülmeleri, ne yollara sürülmeleri, ne yenip ne yenilmeleri hiçbir şeye engel değildi. Ahmed seslendi: “Sağ elime ayı, sol elime güneşi verseniz ben davamdan dönmem geri.” Aşk yolunda akan kanlar bile cennete akar. Sanma ki bu yolda ölenler gerçek ölüdürler hâlbuki sen bilmezsin onlar diridirler. Ebubekir, önden gelip sadık, Hamza, çölden gelip galip, Ömer, sırdan gelip talipti bu yolda. Mekke’de yaşamakta zorlanan dava sıkışıp kaldı ara sokaklara. İlk hicret “Habeş” diyarına, sonra yaşamak iyiden iyiye zorlaşınca Mekke’de, Medine’den bir el uzandı –Akabe- diyarında çölün tuzsuz tadında. Ölüm koştu, her daim her ense de ensar da muhacirde. “Ahmed” ne yangınlar atlattı, yüreği yandı, iç çekti, bir çocuk misali ağlayacak omuz aradı bulamadı. Tanrı ona yürü dedi ya o, durmadı hep koştu, bir kişi daha fazla götürmek için cennete. Soluksuz kaldı. Nefesini bile sahabesiyle paylaştı. Aşk paylaşınca bambaşkaydı. Saklamak gizlemek aşk mıydı? Savaşları belli ki hiç sevmedi, Bedir’de zorunlu bir dua Taif’te taşlansa bile yoktu, beddua. O, hep barış adına konuştu. Zorunluluk olmadıkça meydanlara çıkmak yoktu. Ancak bir peygamber zırhını giydi mi, tanrı onunla hasmı arasında hüküm verinceye kadar o zırh çıkarılamazdı. Nitekim Uhut’ta bile bile çıkarmadı. Savaşla aşk hiçbir zaman böyle kol kola olamadı. Aşk düştü, savaş sürükledi; savaş bitti, aşk gülümsedi. Gözyaşı vadisinin küçücük bir ininden çıkan ışığı insanlığın irfanı oldu. Asırlar gelip de geçti üstünden, her geçen gün seveni artan her doğanın onun ardında koşan, kaç faniye bu aşk verildi? Ahmed’in seveni pek ama pek çoktu lakin sevmeyenler hala varsa onu anlatamayan biz değil miyiz? Düşmanları bile onun basiretinden böylesine eminken. O’na hala inanmayanlar varsa bu üzmeli hepimizi, dert olmalı içimize. Bilmem, belki o gelince belki de biz gidince…

Ne yazmalı nereden devam etmeli,

Nereye uzansa kalemim bir romana dönecek diye çekinirim.

Anını anlatmak için tüm ağaçları kalem yaprak,

Okyanusları mürekkep yapmalı.

Ağaçlara sevdalı bir nebi için,

Ağaçları da incitmeye gitmiyor elim.

Ey benim son peygamberim!

Bülbüller aşkını şakısa,

Güller divane olsa,

Ateşler zincire vurulup,

Laleler hicranla boynunu kırsa,

Bütün şairler seni yazsa,

Edipler seni anlatsa,

Yunus, aşkından derviş olsa,

Mevlana döne döne dolaşsa,

Fuzuli, suya adını kazsa,

Erşad,  kalemini kırsa,

Beşer bir vasfını anlatamaz ya Rasulallah,

Nafile

Ebediyen seni anlatsa.