1990'lardan bu yana yargı gücünün İsrail'i yöneten diğer kurumların gücüne kıyasla istikrarlı ve büyük ölçüde arttığını belirten Dr. Öğr. Üyesi Hamoon Khelghat Doost, “Yargının gücünün ve etkisinin bu düzeyde artması ise İsrail'de yazılı bir anayasanın olmaması nedeniyle ülkede medeni hakların ve insan haklarının uygulanmasının tek garantisinin yargı bağımsızlığı olacağını savunan Aharon Barak'ın yargı devrimiydi. Bu nedenle hükümet veya başka herhangi bir devlet kurumu tarafından verilen hiçbir önemli karar, mahkemelerin yetkisi dışına çıkmıyordu. Aharon Barak'ın bahsini ettiğimiz bu bir dizi reformu, yalnızca yargı bağımsızlığını ve Arap kökenli vatandaşlar da dahil olmak üzere azınlıkların haklarına desteği artırmakla kalmamıştı, aynı zamanda İsrail Yüksek Mahkemesi'ne İsrail Silahlı Kuvvetleri tarafından alınan tüm kararları ve eylemleri izleme yetkisini de vermişti.” şeklinde konuştu.

Netanyahu'nun saldırgan ve genişlemeci dış politikasının her zaman İsrail Yüksek Mahkemesi'nin önünde engel olarak durduğu başlıca unsurlardan biri olduğunu ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Hamoon Khelghat Doost, “Bu nedenle Başbakan Netanyahu, İsrail hukuk sistemini zayıflatmak suretiyle Batı Şeria ve Ortadoğu'daki militarist ve saldırgan politikasını daha da güçlendirmeye çalışıyor. Netanyahu'nun aşırı Ortodoks ve aşırı sağcı gruplardan oluşan koalisyon hükümeti, Batı Şeria'daki yerleşim birimlerini genişletme, Ortodoks Yahudilerin laik toplum üzerindeki etkisini artırma ve hatta İran da dahil olmak üzere İsrail'e yönelik dış tehditleri askeri güç kullanarak ortadan kaldırma sözünü bile verdi. Yüksek Mahkeme’nin mevcut gücü, onun maceracı dış politikasının önünde kesinlikle çok büyük bir engeldir.” diye konuştu.

Ülkedeki siyasi gelişmeler dış politika önceliklerini etkilemeyecektir

Ülke içi siyasi gelişmelerin dış politika önceliklerinden hiçbirini etkilemeyeceğini kaydeden Khelghat Doost, “Buna karşın İsrail'in rakiplerine ve düşmanlarına karşı siyasi hedeflerine ulaşmak için seçtiği taktiklerin iç siyasi atmosferden etkilenmeyeceğine inanmak oldukça güç. İran'ın nükleer programı ile halâ Batı'nın tercih ettiği çözüm olan JCPOA'ya aktif olarak karşı çıkmak veya İran'ın nükleer programını sabote etmek gibi eylemlerde bulunmak, kamuoyunda belli bir düzeyde meşruiyet sağlamadan mümkün olamayacaktır.” dedi.

Protestolar Netanyahu’nun elini zayıflatacaktır

Doost, ‘Benjamin Netanyahu'nun eylemlerinin, toplumun ve siyasetin; yargı bağımsızlığı gibi kabul edilmiş ve en hayati ilkelerin ihlal edildiği muhafazakâr dini değerlerle karıştırılmış radikal bir milliyetçiliğe yönelmesi, İsrail'in uluslararası imajını önemli ölçüde zedeliyor’ dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü: 

“Ayrıca vatandaşların haftalarca süren protestolarıyla ve muhalefetiyle karşılaşan başbakanın uluslararası düzeyde de eli zayıflayacaktır. Özellikle de yönetişim ve sosyal özgürlüklerle ilgili fikirleri birçok Batı ülkesinde kabul edilmeyen aşırılık yanlısı güçlerle Netanyahu’nun ittifak halinde olması, onu dış politika hedeflerine ulaşmak için gerekli olan diplomatik vasıtalardan yoksun bırakacaktır. Tüm bunlar, İsrail'in İran'ı tecrit etme stratejisinin son haftalarda büyük bir zorlukla karşı karşıya kaldığı bir zamanda gerçekleşiyor. Bu dönemde İran ile Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden başlaması ve İran'ın Basra Körfezi bölgesindeki gerilimi büyük ölçüde azaltma olasılıkları arttı.”

İbrahim Anlaşması barışı kolaylaştırabilir

İki yıl kadar önce İbrahim Antlaşması'yla ilişkileri Basra Körfezi ülkeleri ile bir dönüm noktasına varan İsrail’in şimdilerde İran, Suudi Arabistan, Katar ve BAE’nin dahil olduğu bölgede birçok aktörün yeni bir güç dengesi kurmaya çalıştığı yeni bir siyasi yapıyla karşı karşıya kaldığına dikkat çeken Khelghat Doost, “Suudi Arabistan’ın İbrahim anlaşmasının bir parçası olmadığı biliniyor. Ancak Riyad yönetiminin bölgede Bahreyn gibi bazı ülkeler üzerinde her zaman çok fazla etkiye sahip olduğunu söylemek mümkün. Bu gücün Ortadoğu ülkelerinin ilişkilerini giderek daha fazla etkilediği görülüyor. İran ve Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden başlaması Ortadoğu'da büyük öneme sahip. İbrahim Anlaşması gibi bir anlaşma, hem İsrail'in Arap ülkeleriyle barış çabalarını hem de bir bütün olarak bölgeyi etkileyebilir. Elbette ki bu, İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin daha da kötüye gideceği anlamına gelmez, ancak Suudi Arabistan'ın İsrail ile barış yapmasını kolaylaştırabilir.” ifadelerini kullandı.

Çin’in arabulucu rolü büyük önem taşıyor

Dr. Öğr. Üyesi Doost, son olarak Çin'in İran ile Suudi Arabistan arasındaki arabulucu rolüne de dikkat etmek gerektiğini söyledi ve sözlerini şöyle tamamladı: 

“Amerika Birleşik Devletleri, odağını Asya'ya kaydırırken, Çin Orta Doğu'daki etkisini artırmanın yollarını arıyor. Ayrıca Çin, İran ve Suudi Arabistan ile yakın ilişkiler kurdu ve iki ülke arasındaki arabuluculuk çabalarına ve müzakerelere katkıda bulundu. Çin'in bölgede artan etkisinin İsrail ve Suudi Arabistan ile ilişkileri üzerinde de önemli etkileri olabilir. Suudi Arabistan, ABD'nin her zaman yakın bir müttefiki olmuş olsa da son yıllarda ABD'ye olan bağımlılığını azaltmak için diğer ülkelerle ilişkilerini genişletmeye çalışıyor. Bu bağlamda Suudi Arabistan’ın Çin'e yaklaşarak ABD üzerinde daha fazla güç kazanma şansını artırmaya çabaladığı görülüyor. Böyle bir durumda, İsrail'in uluslararası sahnede ihtiyacı olan son şey, yolsuzluktan hüküm giymiş, demokratik değerlerle arası iyi olmayan aşırı sağcı gruplarla gizli anlaşma yapmak suretiyle özgür bir toplumun temellerini baltalamakla suçlanan bir başbakandır.”

Editör: Mevre Kaya